Sunday, June 26, 2016

SÜRGÜNDEKİ "HİZMET" AYDINI -1

“Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden." 
                                                                Yahya Kemal

İhsan O. Anar sürgünü ve sürgünlüğü tanımlarken, "Ait olduğunuz bir yerin gerçekten var olduğuna ve bizzat kendinizin de orada olmadığına inanıyorsanız, hepsinden öte, oraya erişmenize engel olan biri ya da bir şey varsa, kelimenin basit anlamıyla sürgündesiniz demektir." diyor. 

Türk Dil Kurumu sözlüğünün sürgün maddesinde de "Ceza olarak, oturduğu çevreden çıkarılıp başka bir yere gönderilen kimse" yazıyor.

Dilimizde sürgünlük için daha önceleri kalebent, ikamete mecbur, nefy, menfi, menfa, teb‘id, mevkuf gibi kelimeler de kullanılmıştır. Mesela müzmin sürgünlerden mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri  Rodos’ta, vatan şairi Namık Kemal de Magosa’da kalebent hayatı sürmüşlerdir. Tarihimizde Kütahya, Bursa, Adana, Çorum, Trablusgarp, Bağdat, Akka, Rodos, Malta, Sinop gibi şehirler sürgün beldeleri olarak anılagelmişlerdir.
 
Edebiyatımızda
sürgün, sürgün edebiyatımız, edebiyat - sürgün münasebeti layıkı veçhiyle ele alınamamış bir konudur Türk edebiyatı tarihinde. Aslında, genel olarak bakıldığında yabana atılamayacak kadar malzeme olduğu da görülecektir. 

Edebiyat tarihimizin meşhur sürgünleri arasında, Abidin Dino, Ahmet Ağaoğlu, Abdullah Cevdet, Ahmet Hilmi Şehbenderzade, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Emin Yalman, Aka Gündüz, Ali Kemal, Ali Suavi, Aziz Nesin, Celal Nuri İleri, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Ebuzziya Tevfik, Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Emin Yurdakul, Namık Kemal, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ruhi Su, Sevgi Soysal, Salah Cimcoz, Said Halim Paşa, Süleyman Nazif, Yusuf Kamil Paşa, Yılmaz Güney, Yusuf Akçura, Zekeriya Sertel, Ziya Gökalp, Nazım Hikmet, Orhan Pamuk gibi yüzlerce isim vardır.

Sürgün özünde çeli
şkileri, zıtlıkları, rahatı, rahatsızlığı, sevinci, hüznü, uzaklığı, yakini, endişeli bir bekleyişi, bilinmezliği barındıran ağır bir kelimedir.  Basit anlamıyla, ıslah-ı nefs edinceye kadar belirlenen bir yerde, genellikle de gözden uzak gönülden ırak bir beldede, ikamete mecbur edilmektir. 

Neşeli ve müzmin sürgünümüz Refik Halit, sürgündeyken kaleme aldığı Memleket Hikayeleri adlı eseinde, Yatık Emine adlı hayat kadınını 'ıslah-ı nefs’ etmek üzere Haymana ovasında bir kasabaya gönderir. Fakat Yatık Emine de "Can çıkar huy çıkmaz" misali tıpkı Refik Halit gibi nefsini bir türlü ıslah edemez. Anadolu'yu diyar diyar gezen Refik Halit, nitekim iflah olmaz bir muhalif olarak hayata veda etmiştir ve sürgün edebiyatımızın en yetkin örneklerini kaleme almıştır. O sürgünleri yaşamasaydı Refik Halit, sürgünde kaleme aldığı Memleket Hikâyeleri ortaya çıkar mıydı acaba!

Kimi zaman siyasal şartlar ülkenin aydın kesimini, yazarlarını doğup büyüdükleri, ruhen, zihnen ve bedenen beslendikleri topraklardan koparır.  Mesela, Naziler sözde ari Alman olmayan yazarları ve sanatçıları tespit edip yasaklılar listeleri oluşturmuşlardı! Yazar ve yayıncıları ayrımcı propagandalarıyla baskı altına almaya çalıştılar. İktidarlarında, kendilerini bila kaydü şart desteklemeyen yazar ve akamisyenlere karşı baskı ve zulmü arttılar. İstenmeyen yazarlara, yayıncılara ve basın kuruluşlarına karşı saldırganlıklarını artırıp, onlara çok ağır yasaklar getirdiler. Nazi tehlikesinden sağa sola kaçmak zorunda kalan okumuş kesim gittikleri ülkelerde geçinmek için her türlü işlerde çalışmak zorunda kaldılar.

Osmanlının son dönemlerinde de çok sayıda siyasi sürgün, İstanbul’dan uzaklaştırıldı,  imparatorluğun en ücra köşelerine sürgüne gönderildi.  Sultan Abdülhamit ve İkinci Mahmut devirlerinde İstanbul’dan birçok kimse haklarinda gelen jurnaller üzerine, merkezden uzaklaştırıdı, etkisizleştirilmeye çalışıldı.

Mesela, Divan şairi Keçecizade İzzet Molla, Sultan 2. Mahmut tarafından Keşan'a sürülmüştür. Molla Efendi, orada geçirdiği günlerini, yaşadığı sevinç ve üzüntülerini, gözlemlerini ve izlenimlerini MihnetKeşan adlı mesnevisinde şöyle dile getirmiştir:

“Felek benden aldı diğer intikam
Kesildi vatandan selamü peyam
Çekip bam-ı gamdan nice hay u hu
Ederdim kebuterliği arzu…”


Keçecizade, feleğin
zalimler eliyle kendisinden öç aldığını, kendisinin ise bir güvercin olup gurbetteki bu gamdan, kasavetten kurtulmak istediğini söyler.

Yine, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ebuzziya Tevfik, Menapirzade Nuri, Bereketzade İsmail Hakkı 1873 yılında 'muzır neşriyat' yapmaktan ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderilerek aralarındaki irtibat da kesilmek istenmiştir. A. Mithat ve Ebuzziya Rodos'a, N. Kemal Magosa'ya, Nuri ile Hakkı da Akka'ya sürülmüşlerdir. N.Kemal'in Vatan Yahut Silistre piyesinin seyirciler üzerinde uyandırdığı etki, asıl sürgün nedenidir. Sicili de çok temiz olmayan vatan şairi, "muzır neşriyat" larına sürgün olarak gönderildiği diyarlarda da devam etmiştir. Diğer sürgünlerin suçuysa "Vatan Yahut Silistre" müellifinin yakınında yer almalarıdır. 

Magosa'daki sürgünlüğünde N.Kemal, yazı hayatının en velud dönemini yaşar. Akif Bey, Zavallı Çocuk, Gülnihal, İntibah, Kasagelo adlı eserleri hep bu sürgünün meyvelerindendir. Hiçbir hapishane, sürgün vesair mahrumiyetler hüriyet şairini, o tutkulu mücadele adamını, dizginleyememiş ve milleti yolunda hizmetten ve azimetten bir an dur edememiştir.

Merkezden uzaklaştırılarak
, çeşitli yerlere sürülerek etkisiz hale getirilmek istenen Osmanlı aydını, kendilerine kucak açan Mustafa Fazıl Paşa'nın maddi destek ve teşvikiyle soluğu Avrupa'da almışlar; oralarda toplanarak, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde bir güç merkezi oluşturmaya çalışmışlardır. Abdulhalim Memduh, sürgüne gönderildiği Trablusgarp'tan Paris'e geçmiştir. Ali Kemal de sürgün bulunduğu Halep'ten Paris'e kaçmanın bir yolunu bulur. Bu şekilde Paris'i tercih eden çok sayıda Osmanlı aydını arasında Dr. Abdullah Şakir, Bekir Fahri de sayılabilir. Bu sürgünler, öncekilerin (Kemal Şinasi, Ziya Paşa, Suavi) yaktığı hürriyet ateşiyle sürgün yaralarını dağlamışlardır ve oralarda da araştırmaya, tefekküre ve neşriyata devam etmişlerdir.

II. Abdülhamit döneminin sosyal ve siyasi havasından bunalan bir grup yazar, şair (T. Fikret, H. Kazım, M. Rauf...) ise muhayyel bir alem peşindedir. Aileleriyle birlikte Yeni Zellanda'ya gitmeyi ve orada yaşamayı tasavvur etmektedirler. Düşündükleri gibi olmaz. Sonunda Fikret, Boğaz sırtlarına çekilir, planını kendisinin çizdiği Aşiyan'ında adeta bir iç sürgün yaşar.

Osmanlı'nın son sürgünleri de Malta sürgünleridir. 1919 baharında Malta'ya gönderilen sürgünler arasında kimler yoktur ki: Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmet Emin... Sözde "savaş suçlusu" tam 144 kişi... Devlet-i Aliye, Cumhuriyet sürgününü verince Malta sürgünlerinin de menfilikleri son bulur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında resmi ideolojiyle geçinemeyen bir gi
zli sürgünler grubu da vardır. Bu aydınlardan bir kısmı, Milli Mücadele'de çok önemli görevler de üstlenmiş, yararlılıklar göstermiş olmalarına rağmen, sonradan küsmüşler, küstürülmüşlerdir. Bunlardan Akif, Halide Edip gibi zoraki bir gönüllülükle yurt dışına sürgüne giderken, Said Nursi gibi yurt içinde belde belde sürgünlerde, mahkemelerde dolaştırılanlar ve Y. Kemal, Ruşen Eşref, Yakup Kadri gibi yukarıdan gelen bir emirle elçi yapılarak taltif yoluyla teskin edilenler de vardır.

Bir de ikamet ettiği muhitten ayrılmadan sürgünlük yaşayanlar vardır. İçlerine, kendi kabuklarına çekilenler... İç sürgünü yaşayanlar... Çoğalanlar... I. Berk, B. Necatigil, A.Haşim gibi...
Yaşama alanlarını daraltan, odalarınd
a sürgün hayatı yaşayan "kendine sürgünler".

Sürgün, vatandaşlıktan atılmak, yurtsuz yuvasız bırakılmak anlamlarını içeren nahoş bir kelam. Kişinin doğup büyüdüğü yerleri, eşi dostu geride bırakması, belki onları bir daha hiç görememesi çok zordur!

Hele o sürgün aydın, okuyup yazan, düşünen biri olursa... bu “müfarakat” daha da çetindir.! Yeni ülkesinde bir yabandır o. Güvende hissetmez kendini. Tedirgindir. Yalnızdır.

Ancak, zihnini, maddi ve manevi imkan ve melekelerini iyice derleyip toparlayabilirse gurbetteki aydın, etki gücünü en üst düzeye çıkarabilir. 
Ülkesinden ayrı kalmasının onu özgürleştirici, eyvallahsızlaştırıcı, yüreklendirici bir rol oynayabilir! Ruhen ve zihnen derinleşir, eşya ve tabiata duyarlığı artar, hadiseleri sorgulamaya başlar. Bir yere ait olmaması ona zengin bir perspektif kazandırır.  Yaratıcılığını kışkırtır. Kayıplarını, arkada bıraktıklarını yazarak arar; yüklerinden azade olur, kaybettikleriyle zenginleşir, hafifler.

Kabul; uzun bir süre. sürgüneki aydın kendisine dar edilen memleketinden kopamaz. Ülkesine dair hayalleri, heyecanları sönmek bilmez bir türlü! Ülkesine hizmeti sadece oranın sorunlarıyla hemhal olmaktan ibaret gördüğü dönemler yaşar. Uzun süre, ülkesinden niye koptuğunu, koparıldığını sorgular öfkeyle; bir gün ülkesine döneceği günün hayaliyle yaşar.  Kendisini anayurdun dışında yaşadığı yerlerde, yabancı dilde kültürde rahat hissedemediğinden, ortalama bir göçmenden daha çok kimlik sorunları, varoluşsal sorunlar, uyum sorunları yaşar. Farklı dil ve kültür evreninde özkültürüyle sağlıklı bir münasebet tesis edemezse, zamanla özüne yabancılaşma riskiyle de karşıkarşıyadır!

Sürgün için, edebiyat, en güvenli limanlardan, en mütmanin teselli ve ilham kaynaklarından biridir.
Yazmak ve okumak en etkili terapi biçimlerindendir onun için. Yaza yaza dağıtır efkarını, acısını hafifletir, alışmaya çalışır gurbet ellere, var olmaya çalışır...
Bu yüzden, sürgündeki yazarın yazdıkları genellikle kendine ve ülkesine dairdir, otobiyografiktir, dönüp dolaşıp kendini anlatır, arar…hatıraların ışığında gurbette kendini yeniden kurgular.

Mesela, Bodrum’a kalebent olarak gönderilen Halikarnas Balıkçısı adıyla da bilinen mavi sürgün Cevat Şakir Kabaağaçlı orada yepyeni bir hayat kurar kendisine; yepyeni bir evren. Memleketin bu kuytu köşesinde artık “huzurlu mu huzurlu”, üretken mi üretkendir.

Aziz Nesin de sever sürgünlüğü:
“Size o günlerin acı, çok acı olduğunu söylemeyeceğim. En acı günler bile üzerinden yıllar geçtikten sonra, dalında dura dura ballanan meyvalar gibi tatlılaşıyor. Şimdi, sürgünde geçen o acı günlerimi andıkça gülüyorum. Anlatınca da dinleyen gülüyor. Anlatamadıklarım, anlattıklarımdan çoktur. Bakın ben sürgünde neler çektim demek istemiyorum. Bunu söylemek de, düşünmek de ayıp” (Nesin 1997)

Tuhaftır, edebiyat tarihinde başarılı yazarların ekserisi kendi ülkelerinde horlanan, saygı görmeyen, eleştirilen ve sürülen kimseler arasından çıkmıştır. İşte Zola, Dante, Voltaire, Byron, V. Hugo, Oscar Wilde, T.S. Eliot, Hemingway... sadece bir kaçı.

V. Hugo, III. Napolyon’a olan muhalefeti sebebiyle terketmek zorunda kalır çok sevdiği Fransa’yı. Gittiği her yerde jurnallenir, “bir şaki gibi” takip edilir; zamanla Avrupa’nın bir çok ülkesinde istenmeyen adam ilan edilir. Hayatı sürgünlüklerde geçen yazar, Sefiller’i sadece yazmamıştır, yaşamıştır da…

Hizmet Hareketi'nin de entelektüel kesimi bugün daha çok yurtdışında.
Dil bilenler, öğrenenler, usül erkan bilenler, dünya görmüş kimseler çoğunlukta…
Batı Üniversitelerinde hocalık pozisyonları elde edenler, akademi kariyer yapanlar, yeniden üniversite hayatına başlayanlar...
Aralarında eli kalem tutan, tutma kabiliyeti ve isteği olan çok isim de var. Sosyal medya da düşüncelerini, hayallerini, duygularını açıklıkla, cesaretle ifade edebilecekleri imkanlar sunuyor kendilerine…

Bu kişiler, oralarda zamanla yerleşikleşecekler; her ne kadar tamamen unutamasalar da, artık Ankara’yı, İstanbul’u, Türkiye’nin kısır siyasetini düşünmek yerine, mukimi oldukları beldelerin yerel meseleleriyle iştigal edecekler... Misafir olarak bulundukları ülkelerin dillerini, kültürlerini öğrenecekler. Ufukları genişleyecek, görgüleri artacak zenginleşecekler.
Bir araya gelip yayın platformları oluşturacaklar. Sesleri yerellikten kurulup evrenselleşecek, eskiden sadece Türkiye’ye hitap ederlerken şimdi dünya ile hemhal olacaklar. Aralarından nice yazarlar, bilimadamları....çıkacak.
Dergiler, gazeteler, internet siteleri açacaklar. Bunlar için kimseden bir tensip, talimat ve yardım beklemeyecekler. Hizmet Hareketi’nin temel umdeleri ışığında, bağımsızca düşünceler ürtecekler, sanat icra edecekler…Mesela Nazi zulmünü en iyi anlatanlardan Eli Wiesel, Primo Levi, Helene Berr gibi kalemler çıkacak aralarından.
Mesela büyükbabası Türkiyede zulme uğramış biri, otuz kırk yıl kadar sonra, Anne Frank etkileyciliğinde, içtenliğinde yazılmış annesinin günlüklerini çıkaracak gün yüzüne ve zülmün tarihini sil baştan yeniden yazacak, anlatacak...Yine, polis babası apar topar sürgünden sürgüne gönderine bir çocuk, Tatiana de Rosneyin kaleme aldığı bir Sarahs Key tadında romanlar yazacak, filimler çekecek...
Ezcüle, Hizmet Hareketi’nin aydın kesimi yurtdışında hayata küsmez, rehavete kapılmaz ise, kalitesine kalite katar. Sesi daha gür, bu sefer evrensel çapta çıkar. Yerini yurdunu terketmek, kerhen sürgün olmak (siz buna hicret de diyebilirsiniz) siyasal baskıların sebep olduğu psikolojik travmalar yaşamak aydın kesim için çok önemli kazanımlara vesile olabilir.

Ruhlar, zihinler, dimağlar, zorluklarla, çetin imtihanlarla birlikte terakki eder, kemale erer; ve ergeç meyvelerini verir.

Friday, June 17, 2016

Gurbetler Vatanlaşırken…



Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm” 

                                                  Mustafa Kutlu


Liselerde edebiyat öğretmenliği yaparken, öğrencilerime önerdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay ve Tarık Buğra gibi sevdiğim yazarların roman ve öyküleri yanısıra, bir yazarımızı daha özellikle anar, eserlerinden örnek okumalar yapardım; böylelikle genç okur da güncel bir edebiyat adamını tanımış oldurdu. Bu öykücümüz Mustafa Kutlu’dur.

Temiz dili ve rahat üslubu, Kutlu’nun her yazdığı okutur.
Onun öykülerinde çocukluğumu ve gençliğimi, seksenlerin İstanbul’unu, Anadolu’nun az çok aşinası olduğum insanlarını bulurum.
Şu anda, elimdeki yegane Kutlu kitabına, Beyhude Ömrüm’e baktım bir kez daha. Ne hüzünlü bir “bahçe” öyküsü!

Yazar, köyden şehre göçü anlatırken, hayatın faniliğini, gurbetteki düşkünlük hallerini, iki arada bir derede  kalmışlıkları, gurbet ile sıla arasındaki gelgitleri işliyor hüzünlü bir dille.
Aile, evlilikler, köylüler arasındaki münasebetler, baba ile oğul ilişkileri, gidenler ve dönmeyenler; gurbeti vatan eyleyenler…

Çılgın bir köylünün, Çavuşunoğlu’nun, kıraç bir araziden su çıkarması, oraları yeşertmeye çalışması, o dağ başında bir meyve bahçesi kurabilmek için verdiği uğraşlar; sonuçta bahçeyi kurmasına rağmen, yine de aradığını bulamamış olması, tüm emeklerinin boşa gittiğine inanması…
Çavuşoğlu, vizyon sahibi bir çiftçidir.
Daha suyun damlası yokken ortalıkta o, rengarenk bir bahçe hayalleri kuruyor. “Yedi köy bu bahçeyi parmakla gösterecek” diyor.

Çavuşunoğlu o kıraç araziyi ihya eder etmesine de, neden sonra farkeder ki, etrafında neşesini paylaşacak pek kimse de kalmamıştır! Köyün o eski neşesinin yerinde yeller esmektedir. Ölümler, köyden kente göçenler...

Çoluk çocuk İstanbul’a gitmiştir. Bir gün köye dönecekleri hülyasıyla bir bahçe için ömür tüketen Çavuoğlu’nun çocukları da köyden ayak kesmişler, artık bayramlarda seyranlarda bile uğramaz olmuşlardır babaocağına. Onların hikayesi Çavuşoğlu için tam bir “yerinde sağolsunlar”dır. Köyde kök salmaları için sarfettiği tüm gayretlerine rağmen, çocukları gurbet elleri yurt bellemişler, uzak diyarlarda iş güç edinmişler, çoluk çocuğa karışmışlar, kentli olup çıkmışlardır.
Şehir hayatında beyhude olup giderken ömürleri, artık hiç birinin aklına, o meyve bahçesindeki kara dut ağacının altında gözleri asfalt yolda, torunlarını bekleyen babaları, Çavuşoğlu gelmemektedir!
Hem, bahçesini görüp beğenecek, kadir kıymet bilen köyün yaşlıları da birer birer ahiret yurduna göçmüşlerdir.
Beyhude Ömrüm’de, bir köyün yavaş yavaş boşaldığını, terkedildiğini görmek, köyün o eski hey gidi günlerinin, şatafatlı düğünlerinin, cıvıl cıvıl çeşme başı sohbetlerinin yerinde yeller esmesi, köyün sokaklarına derin bir sükutun sinmesi...

Ömür dediğimiz....nerden baksan gerçekten de beyhude bir meşgaleden başka ne ki!
Her şeye rağmen, köylerimizde hala Deli Derviş gibi iyi huylu, yardımsever kimseler elbette vardır.  Emrullah Hoca gibi, mütevekil, uhrevi bir titizlikle vakit namazlarını kıldırmaya devam eden imamlar…  Ve Muhtar Halil gibi bir karış toprağa göz diken muhteris kimseler, bugün de köylerimizde yaşamaktadır. Kabul ediyorum Türkiye’nin, o caanım Bu Ülke’nin, toprağın kıymetini bilen Çavuşoğlu gibi memleket adamlarına ihtiyacı var.

…..

Kutlu’nun bu öyküsü beni ilk gençliğime götürdü. Şehre göçümüze… İstanbul’un orta yerindeki Kalenderhane Camii sokağın o asır-dide ahşap evine…Vefa Lisesi’ne devam ederken, Süleymaniye, Beyazıt, Vezneciler civarında ürkek ürkek dolaşıyor; bir taraftan dünyanın bu en güzel şehrini günbegün daha çok tanıyıp seviyor, bir yandan ise yaz gelse de Biga’nın domates tarlalarına koşsam, tarlada güzel bir iş becerip de Mustafa dedemin gözüne girsem, sonra Emine ninemin her Cuma öğle yemeğine hazır ettiği kurufasulyeden yesem diye hayaller kuran… o oniki yaşındaki çocuğa götürdü beni Beyhude Ömrüm.

İstanbul’un çilesini çeken anne ve babamın da en büyük hayalinin çoluk çocuk okuduktan sonra, bir gün köye dönmek olduğunu, kendi aralarındaki konuşmalarından biliyordum.
O yıllar, Kutlu gibi söyleyelim,  “içimizde hep bir yoksulluk”
Ne mutludur annem ve babama ki, günü geldi, köye, “eve” dönebildiler.

......

Ya biz şimdi nerelerdeyiz? Kanada’da, Kenya’da, Kırgızistan’da, Brezilya’da, Almanya’da, Amerika’da…
Daussıla hissinin bizi en çok vurduğu şu Ramazanlarda…

Bilirim ki, bencileyin gurbeti yoğun duygularla yaşayan, kendini hala bir nebze “araf”ta hisseden çok insan var. Düçar olduğumuz zaman ve mekana bağlı ruhsal paradokslarımıza rağmen, sanırım, hepimizin kendimizi daha rahat ve ait hissettigimiz; gamdan gussadan  azade olabileceğimiz muhayyel bir mekan var.

Üzerimize gelen binalardan kaçmak istedigimiz, şu trafikten, kaostan… dünyanın bilmem hangi coğrafyasında sıkışıp kaldığımız dört duvar arasından kaçıp sığınaçağımız o asude mekan...Haşim’in deyimiyle bir “O Belde”.

İşte o mekan benim için hep doğup büyüdüğüm köy gibi göründü uzun yıllar; hem İstanbul’da, hem Ankara’da hem de Kanada’da yaşarken…Önünde sonunda bir gün ben de köye dönecektim! Ne ki son üç beş yıldır, artık pek oralarda değilim.

…….

Diyeceğim şu ki, gurbet artık o eski gurbet değil benim için, daussıla hisleriyle yanıp kavrulduğum… Gurbet büsbütün bir vatan oldu bana…

Artık, “Bir gün döneceğim” duygusuyla, kendimi dışarda bir yabancı, adeta bir turist gibi hissetmiyorum. Ayaklarım bu topraklara daha sağlam basıyor son zamanlarda.
Şimdilerde etrafımda kiminle konuşsam, kendilerini günbegün bu topraklara daha fazla ait hissettiklerini görüyorum.

Buralara fazla kök salmadan, üç beş yıl yaşayıp uygun bir yolunu bularak memlekete geri dönme hesapları yapan “en milliyetçi” kimselerin bile, “Canada is a great country, people are nice, I love this country” gibi cümleleri daha sık kurduğunu, buralarda artık temelli yaşamaya karar verdiklerini görmekteyim!

İnsanlar, dün başörtüsünden mağdur olmadı buralarda, bugün de sırf bir düşünceye, inanca gönül verdiklerinden işlerini kaybetmiyor, zulme maruz kalmıyor, işyerleri müsadere edilmiyor. Kapılarını ansızın bir polis çalmıyor. Suçsuz yere mapusane damına düşmüyorlar. Haklarını medenice, insanca savunabiliyorlar.

Türkiye’nin son zamanlarda içine düştüğü sosyal ve siyasal haller, Kanada’da yaşayan Türkler gibi beni de daha çok bu topraklara mal ediyor. Bu Ülke’nin ruhları bunaltan, ömürleri fersudeleştien, törpüleyen o lüzumsuz gündemleri…insanına travma üstüne travmalar yaşatan ceberrut siyasetçileri...
Bu Ülke’nin özbeöz evlatlarının “özyurdunda garip öz vatanında parya” muamelesine maruz kaldığını görünce, avantajlarıyla dezavattajlarıyla diyar-ı Frengistan’a bağlılığı artıyor “gurbetçi”nin.

Yurtdışında yaklaşık 50 yıllık bir diyaspora tarihi olan Türk halkı, yavaş yavaş üzerinden o melankolik gurbet hissiyatını atıyor; yurtdışındaki hayatını, varlığını daha gerçekçi bir zemine oturtuyor.

İnsan, Kanada’da günlük hayatta muhatap olduğu kimselerden sık sık “please, thank you, sorry” gibi kelimeler duyuyor, medenice bir muamele görüyor. Özel ihtiyaç sahibi çocuğuna herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, ihtimamla, insanca muamele ediliyor.
Kahvecideki kızın gülümser yüzü, kütüphanedeki memurun sabırlı ve nazik tavırları, çocuğun okulundaki öğretmenlerin o özverili halleri, yan komşunun her zaman hal hatır soran tavrı…farkına varmadan bizi daha fazla bu topraklara mal ediyor, Kanadalı kılıyor.

……

Tolstoy-vari bir soru ile bitirelim, cevabını da Mustafa Kutlu versin:
İnsan bu dünyaya niye gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya…”
Sonra, şöyle sorayım: “Sahi insan bu dünyada ne ister, onurlu bir hayat sürmeye çalışmaktan başka!” Kimsenin emir eri, kuklası olmadan, korkmadan, sinmeden…
Bir zamanlar, İstanbul’daki o Vefa Liseli, hayat dolu gencin en sevdiği şarkılardan biriydi: Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.


Şimdi… ölürsem vasiyetimdir, beni Kanada’da gömsünler.

Sunday, June 5, 2016

HİZMET’TEKİLER KONUŞMALI


Hizmet Hareketi’nin içinden geçtiği süreci en iyi tanımlayabilecek kavramlardan biri de: travmatik… Her türden bir travmadır yaşananlar: Psikolojik ve ruhsal…bireysel  ve toplumsal.

Üç yıldır, Allah’ın her günü irili ufaklı onlarca şey yaşıyor, her yeni doğan güne farklı bir travmatik vakayla başlıyor Cemaat.

Eskilerin, Birinci Cihan Harbi için dedikleri gibi, gün, günden beter geliyor.

Tutuklanma haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Her gün onlarca kurumuna kayyım atanıyor. Bağış yapan hayırsever vatandaşlar, terör”ü desteklemekle tehdit ediliyor, dahası işyerleri müsadere ediliyor.

Hareket’in her biri marka olmuş kurumlarının dibine kibrit suyu ekilerek, tarihi, hafızası tarumar ediliyor. Kutsalı yağmalanıyor.

Onyıllarca faaliyet gösteren, binlerce istihdam sağlayan şirketlere el konuluyor.

Her gün tedhiş ve tehditlerle yaşamaktan usanan insanlardan, imkanını bulan yurtdışına çıkmanın yollarını arıyor. Bulamayanlar, mahallede, işte, okulda, eşten dosttan gelen tacizlere, zorbalıklara maruz kalarak yaşamaya devam ediyor.

Tam bir “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya…” durumu!

Hal böyleyken, halkın hatırı sayılır bir kısmı, gözlerinin önünde cereyan eden bu zülme sessiz, tepkisiz; hatta bir kısmı destekliyor bile!...Mahallerinde, semtlerinde, köylerinde, işyerlerinde sergilenen kıyıma kayıtsız kalıyor kitleler. Bu menfi algının bertaraf edilmesi kolay değil. Bir propaganda makinesi gibi işleyen Havuz medyası, sistemlice yapmaya çalıştığı ‘death with thousand cuts’ mesaisinde başarılı oldu; Havuz, Hizmet  aleyhinde menfi bir algı yarattı. Taksi şöföründen, mahalledeki kasaba… bilen bilmeyen, “vay be adamlara bak, meğer bağrımızda yıllarca paralelci barındırmışız” tadında.

Cemaat’in maruz kaldığı mağduriyetler ve mazlumiyetler, bir türlü halkta makes bulmuyor!
Bu arada, bölünen ailelerin haddi hesabı yok! Çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden hayatlar karartılıyor.
Ya arkadaşın arkadaşa, akrabanın akrabaya yaptığı! Mesela, aranan birinin bir fırsatını bularak gizlice evine çoluk çocuğunu görmek için gittiğinde, aynı apartmanda yaşayan 10 yıllık arkadaşınca polise şikayet edilmesi ve tutuklanması. Aynı camide namaz kıldıkları, sabah akşam görüştükleri, ev ziyareti yaptıkları kimselerce jurnallenmesi…Bu bir travmadır!

Ezcümle, Kabul edilmeli ki, her gün yaşanan duygusal, psikolojik, toplumsal, ekonomik, ve evet dini tacizlerin yekünü, Hareket’te bir travma etkisi yarattı.

Hareket içinde, bu travmatik durumun, kabul edilip edilmemesi bir yana, artık bu noktada sorulması gereken, Hizmet Hareketi, hem tüzel olarak, hem de kendisini Hareket’in içinde görenlerin bireysel ve ailevi olarak bu travmatik süreçle nasıl başa çıktıkları, çıkacakları…

Başına gelenleri, Hizmet Hareketi içindekiler serbest ve özgür ortamlarda konuşup tartışabiliyolar mı? Emin değilim!

Hizmet’tekilerin, safkan Anadolu evladı olmalarına rağmen, halka hitap edemedikleri ortada. Halkın anlayabileceği bir söylem bulmakta, kurgulamakta zorluklar yaşanıyor.

Gel gör ki...
Bu travmatik olayları kendilerine, birbirerine de anlatamıyorlar. Çünkü, açıkça, seçikçe konuşulmuyor bunlar. Yaşadıklarını, duygularını, düşüncelerini açıkça, içtenlikle konuşabildikleri biri-leri, güvenli ortamları var mı, bilemiyorum!

Halbuki, Hizmet’in her ortamda konuşulamayacak hiç bir meselesinin olmadığına inanıyorum. Yeter ki kalpler ve zihinler muhataplarına açık olsun. İnsanların duygu ve düşünceleri, “bilmediğiniz şeyler var”ın sükutunda boğulmasın!

Evet artık herkesin herşeyi söyleyebildiği post post-modern zamanlardayız. İnsanlar zaten her türlü görüşe bir şekilde, kolaylıkla ulaşabiliyor.

Hizmet’te susanın, tasdik edenin, içine atanın değil; konuşanın, düşünenin, çözümler üretenin daha bir öne çıkması gereken zamanlardayız! Ezberlerimizi pekiştirecek zamanlarda değil!
Her şey çekinmeden, üslub-i münasiple, konuşulduğunda meselenin büyük bir kısmı halledilmiş olacak.

Konuşarak güven tazelenecek. İnsanlar birbirlerine moral verecek, destek olacak, birbirlerinin hayatlarına dokunacaklar; yüzeysellikten sıyrılıp birbirlerini daha iyi tanıyacaklar...
Travmatik hikayelerini, ‘gözlerini yerden alarak’, hiç utanmadan, yerinmeden anlatabilmeli insanlar...Cesaretle...

İnsanların rahatça içini dökebilecekleri, kınanmayacakları, zayıfıkla veya hainlikle itham edilmeyecekleri güvenli ortamlar tesis edilmeli. Çaylar demlenmeli, ikili veya gruplarla uzun uzun konuşulmalı; eteklerdeki taşlar dökülmeli, sinelerdeki boğumlar çözülmeli, gerekirse gözyaşları akmalı...İnsanların herbiri birbirinden farklı olan tramva hikayeleri dile gelmeli. Gönül kırıklıkları, ruh çöküntüleri, bilinçaltlarında saklandıkları yerlerden çıkarılmalı.

Hareket, bu zorlu süreçte, özüyle ruhuyla bu özgür ortamlarda, gönül sohbetleriyle, hikayeleri, hatıraları, anlatmakla irtibat kurabilir. Bu hikayelerle, yeni yepyeni bir bilinç teşekkül ettirilebilir, bir ruh yoğrulabilir. Adeta, eli kolu bağlanarak “güçsüz”,  kendini savunamaz hale getirilen Hizmet, anlatacağı hikayelerle, kuracağı dille kendi gönül sesini bulabilir.

Hareket içinde herkes kendi konumuna göre bu travmadan etkileniyor. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, memur işçi, yurtiçindeki dışındaki…

Bu travmanın gerçek hikayesi, sonraki kuşaklarca yazılacak. Farkında olunsun olunmasın, çocuklar bu travmanın birebir şahitleri…anne ve babalarının maruz kaldıkları zulmün, dalgınlıklarının, kederlerinin, ev içinde ortaya çıkan yerli yersiz tartışmaların, taşkınlıkların tanıkları onlar. Onlara da anlayabilecekleri biçimde anlatılmalı, açıklanmalı yaşananlar... 

Hizmet'te herkes, farklı tonlarda yaşadığı travmalarla\ yine kendince bir usülle zaten mücadele ediyor: Yıllardır idarecilik yaptıktan sonra, şimdi kendini bağ bahçe işine verenler, gece gündüz şiir yazanlar, dünyadan el etek çekip adeta bir evliya hayatı yaşayanlar, sigaraya başlayanlar…biliyorum. Her birey kendince bir yol tutup gidiyor.

En iyi usüllerden biri de konuşmaktır.
Konuşmaktan zarar gelmez ve üstelik bu gibi durumlarda konuşmak elzemdir.

Bu minvalde, konuyu Hizmet Hareketi’nden iki ricamla bağlayayım:

1-      Hareket’tekiler, bir araya geldiklerinde, artık bu başımıza gelenler günahlarımızdan dolayı, daha az dua ettiğimiz, daha az teheccüd kıldığımız için oldu türünden konuşmaların ötesine geçmeli.  Sohbet'te sohbet edenden ziyade, dinleyenler konuşmalı. Böylesi suçlayıcı ve manen itham edici konuşmalar,  müdaheleler özellikle büyük grularda menfi sonuçlara sebep olur.


2-       Özellikle çocuklara, nefret, öfke değil, bu olaylardan mülhem en insani değerlerden olan “ affedicilik” öğretilmeye çalışılabilir.

Wednesday, June 1, 2016

FETHULLAH GÜLEN ŞAİR Mİ?



“Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim.
Ne hüviyette şu karşında duran eşarım:
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri.
Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkarım”  Mehmet AKİF

Fethullah Gülen’in hayatını yazabilmeyi ne çok isterdim!
Belki bir gün!
Böyle bir kitabın adını da sanırım, “Şairane bir Vaiz” koyardım.
Bu önemli şahsiyetin, sadece tarihçe-i hayatı değil, aynı zamanda entelektüel biyografisi, manevi (spiritual) biyografisi… de yazılmalıdır. Gülen, hakkında sağlam araştırmalar yapılmayı hak eden isimlerin başında gelmekte günümüz Türkiye’sinde.
Hitap ettiği kitleyi sadece ilmi, irfanı, lider şahsiyeti, eğitimciliği, yeniliğe açık zihin yapısı, canlı manevi ve ruhi hayatıyla değil; bütün bunlarla birlikte, aynı zamanda “muhrik” sesi ve o ses’teki şiirsellikle de etkileyebilen bir bilge Hocaefendi.
Uzatmadan...Yazının başlığından da anlaşılacağı üzre, burada Fethullah Gülen’in şairliği hakkındaki şahsi düşüncelerimi paylaşacağım.
Bu konunun, Gülen’in sanat, dil, kültür, edebiyat, estetik, hassaten de şiir hakkındaki düşüncelerinin etraflıca ele alınmadan işlenemeyeceğinin ise farkındayım!
Şiirlerinin tahlili, hususiyeti….ancak o zaman sağlam bir bağlama oturtulmuş olur. Ne yazık ki, bir başka ve çok daha titiz bir araştırma yazısına talik edebilecek böyle bir konuyu burada uzun boyluca tahlil edemeyeceğim. Hareket’in içinden gelenlerin Gülen’in kimi şiirlerini tahlil ettiklerini biliyoruz, ama Kırık Mızrap’taki şiirleri akademik olarak ele alan bir çalışma henüz yok!
Özellikle günümüzde şiir işportacılarının ortalığı istila ettiği bir ülkede “has şiir” tartışmaları lüks kaçar. Şiir okuyandan katbekat fazla “şiir yazar”ımız var. ILESAM’da kayıtlı altı binden fazla şair(!) varmış. Gel gör ki, şiir kitapları sadece bir kaç yüz adet satıyor! Keşke yazıldığı kadar okunsa da!
Aynı zamanda, memlekette daha ciddi sosyal ve siyasal mevzular varken; hani bir zamanlar Devlet-i Aliyye’nin temelleri sarsılırken Tanzimatçıların kendi aralarında tutuştukları cinsten bir “abes-muktebes” tartışmalarını andiran lakırdılara ne gerek var diye düşünenlerin de çıkacağından eminim.
Bununla birlikte, duygu, düşünce ve hayal dünyamız ne kadar muzahrefatla doldurulmaya çalışılırsa çalışılsın, bu türden konulara bakılmasının önemine inananlardanım. Şiir, ciddi bir iştir!  Eskiler, “Şiir kendisini besleyenlere hizmet eder” “Şiir kıskançtır, kendisinden başkasıyla ilgilenilmesinden hazzetmez” meyanında çok sarf-ı kelam etmişlerdir.
Günün sonunda, tüm edebiyat teorilerinin, poetik yaklaşımların ötesinde şiir, kişisel bir beğeni meselesidir; elbette kötü şiir vardır, iyi şiir vardır.
İmdi! Yazımızın başlığındaki provakatif soruya döneyim tekrar: “Fethullah Gülen bir şair midir?”
Hayır.
Hocaefendi bir şair değildir! Evet, şairanedir; hayatında, şahsiyetinde, eserinde ve sesinde şiirsellik vardır; ancak Gülen bir şair değildir, iyi bir şairlik kumaşı da olsa, bir kitap dolusu şiir kaleme almış da olsa!
Onda muhakkak ki bir “sanatkarane temaşa” var. Ne ki, bunu şiirin kendine mahsus, nesre çevrilmesi neredeyse kabil olmayan o “sırlı” lisanına dökebilmek  apayrı bir hüner; o şairane duyuşu, duyarlılığı  “şair şözü” kılabilmek büsbütün başka bir meziyet…
Evet, Gülen’de hayata karşı kah bir divan şairi, kah bir tekke ve tasavvuf şairi, kah bir halk ozanı tavrı vardır, ama yazdıklarına “has şiir” diyebilmek çok zordur. Hayır, o bir şiir heveskarı müteşair değil, ama has şiirin aradığı haddeden geçmiş bir şiir diline, esteğine ve özgünlüğe sahip şair demek de zor kendisi için. Kırık Mızrap’taki nazmı, edebiyat camiası şiir olarak kabul etmekte zorlanıyor.
Şair mi, değil mi, tartışması, kimi edebiyat çevrelerinde Mehmet Akif için de yapılmıştır, onu şair değil sadece mevzun ve mukaffa dizeler düzen tahkiye ustası bir nazım olarak değerlendiren eleştirmenler olmustur.  Ama, Akif le Gülen’in şiir vadisindeki kulvarları çok farklıdır. Akif, haza bir şairdir. Akif’in kendisi için söylediği gibi, Gülen manzumelerinin de en büyük sermayesi, samimiyetidir denebilir...
Fethullah Gülen, düşünce ve duygu dünyasına en ziyade tesir eden şahsiyetlerden biri olan Necip Fazıl gibi, şiiri davasının hizmetine ram etmeye çalışmıştır, şiiri davası için bir araç olarak istimal etmeye çalışmıştır; ama Kırık Mızrab’ında, kendisi daha yirmili yaşlarındayken şairliğini edebiyat camilarınca tescillenen Necip Fazıl’ın söyleyişinin kalitesinden ve özgünlüğünden çok uzaktadır. Onun şiirinin kalitesi, yine kimi manzumelerinde kendisinden istifade ettiği açıkça gözlemlenebilecek olan Yahya Kemal’den de fersah fersah uzaktır!
Arapça, Farsça ve Türkçe’nin en revnektar  sözcük ve terkipleriyle tezyin ettiği yazı ve konuşmalarından zengin bir hayal, his ve tefekkür dünyasına sahip olduğunu gözlemleyebildiğimiz Gülen’in, şiirde o “has şair”lere mahsus  kendine özgü sesi bulamadığını görüyoruz.

Gülen’i, sadece manzumeler yazmakla değil, edebiyatımızda bir Haşim gibi, Orhan Veli, Necip Fazıl ve İsmet Özel gibi aynı zamanda şiir üzerine düşünürken, konuşurken ve yazarken…kendi şiirinin poetikasını kurgularken de görüyoruz. Sohbet ve vaazlarında hemen hemen dakika başı, ezberinden bir şiir okuğunu, güncel olayları şiirlerle yorumladığını görüyoruz. Gülen’in sohbet ve vaazlarında da sık sık beyitler, dizeler, belli şiir ve şairlere telmihler ve referanslar; hatta  bütün bir şiiri baştan sona ezberden okumalar görebilmekteyiz.

Kendisi, ilkçocukluğunu yaşadığı zamanlarda, köylerine düzenli aralıklarla söz ve saz ustalarının gelip gittiğini ve bunlardan etkilendiğini belirtiyor. Aynı şekilde, rahle-i tedrisinde bulunduğu Alvarlı Muhammed Lütfi Efe de, klasik tekke tasavvuf edebiyatını sürdüren bu gelenek ve formda gazeller, natler, kasideler söyleyen bir hocadır.Gülen’in babasından çok sayıda Farsça ve Osmanlıca şiirler dinlediğini de biliyoruz. Çocukken köylerine gelen ozanlar var. Çocukluğu söz ve halk şiiri külüründe yoğrulmuş. Sözü güzel söyleme ile erken yaşlarda haşır neşir olmuş biri Gülen. Onun şiiri, geleneksel ses, duygu ve tasavvufi motif ve imgelerle örülü, iddialı olmayan bir şiirdir.
Şiir ince dil işçiliğidir, emek ister, zaman ister. Bir Hareket insanı olan Gülen’in, şiirle meşguliyeti hayatının önceliği haline getirmediğini görüyoruz. Şiir onun için bir araçtır. Davasını anlattığı, mesajını bir de ‘vezinli ve kafiyeli’ bir şekilde anlattığı bir ‘ beliğ vesile’. Konuşmalarına bakılırsa da, bana öyle geliyor ki, şiir okumak ve yazmak aynı zamanda kendisi için bir terapi! Bu ayrı bir konu.
Fethullah Gülen’in zengin çağrışımlarla, sonu gelmeyen şiirsel cümleler, devrik kurgular, telmihler, mecazlar, tevriyelerle dokuduğu düz yazılarında şiirsellik ilk dikkat çeken özelliklerdendir. Bu sebeple, onun düzyazısını mensur şiir olarak nitelemek yerinde olacaktır. Bu itibarla, Gülen’in nesri şiirinden öndedir.
Gülen, Necip Fazıl’ın, İdeolocya Örgüsü’nde nesir yoluyla yaptığını aslında nazim şeklinde yapmıştır. Felsefesinin, ideolojisinin en derinine şiirlerindeki dizeler, kelimeler, metaforlarla girilebilir. Gülen’in şiirini, onun ideolojisinin “kaynak metinleri” gibi okumak da bence pekala mümkündür.
Gülen’in bir şairlik iddiasının olduğunu sanmıyorum. Şiirinim zayıflığı, onun asıl hüviyetine, din adamlığına, bir halel getirmez!
O, şiirle yatıp kalkan, şiir için yaşayan, hayata, dünyaya şiir penceresinden bakan biri değil.
Nitekim, Gülen, yarına şairligiyle değil; Hareket’i, davası, yol açıcılığı, ufuk göstericiliği ile kalacaktır. Şair olmaması, ona herhangi bir şey kaybettirecek değildir. Hatta, bunca meşgalesine rağmen, şiirle iştigal etmesine, duygu ve düşüncelerini şiir yoluyla da anlatasına saygı duyulmalı!
Burada bir keşke daha: Keşke zaman bulabilse, bir Seyyid Kutup, bir Elmalılı Hamdi Yazır ve benzerleri gibi mürettep bir tefsir kitabı yazabilseydi; kendi İslam yorumunu, teolojisini netlikle yansıtan bir tefsir. Ne ki, gençlik dönemlerinde şehir şehir gezerek davasını anlatan, en verimli çağlarında ise, yıllarca aranan, kütüphanesinden ayrı yaşamak zorunda kalan birini düşünün.!...

Merhum Nurettin Topçu, sanatkar şahsiyetleri genel itibarıyla ikiye ayırır: Hayata koşanlar ve hayattan kaçanlar. İlk grub, yine Topçu’nun tabiriyle söyleyecek olursak, “yaşatmak için yaşayanlar”dır.
İsyan Ahlakı’nın müellifi Topçu, nitekim  Mehmet Akif’i de hayata koşan bir “şair” olarak tavsif eder.
Şöyle diyor Topçu:
“Büyük adam eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Önce bütün ömründe aynı kanaatin aynı imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez; muhitine uymaz, muhiti kendine uydurur. Cemiyetten daha kuvvetlidir, cemiyeti sürükleyicidir. Bu karaktere sahip insanların yani ‘değer yaratıcısı’ olanların bir kısmı zekasıyla, bir kısmı kalbi ve hisleriyle bir kısmı da iradesiyle başka insanlara ve cemiyete üstündür, yaratıcıdır, sahiptir veya velidir”. (Mehmet Akif, Hareket Yayınları, İstanbul, 1970).
Hareket ve dava adamı olma vasfı Fethullah Gülen’de tefekkür ve tezekkür insanı olmayla birlikte içiçedir. Bu dört anahtar kavramdan bir Hizmet formülasyonu ve vizyonu istihsal eden Gülen’in hayatının ve felsefesinin özünde  bir şiirsellik vardır.
Fethullah Gülen, dindar bir mütefekkir, yenilikçi bir Hareket adamı olarak, şiir yazmış, hatta çok genel mahiyette de olsa, şiirin teorik vechelerine de  ilgi duymus olmasına rağmen, şairlik yönü sıradandır. Kendisi, şiirsever, konuşma ve yazılarında, özellikle de son zamanlardaki sohbetlerinde Türk edebiyatının en güzel mısralarını, bağlamına çok uygun olarak, kolaylıkla kullabilen, düşücesini de hafızasındaki bu şiir öbeklerine göre örgüleyen, edebiyat muktesebatı zengin bir beyan ehli olmasına rağmen, yazdığı manzumeler bu şairane ve hikemi şahsiyeti  Türk edebiyatında kendine yer yapmış bir şair kılmaz!
Sonuç itibarıyle, Gülen şiirde bir Beyatlı, bir Haşim, bir Tanpınar değildir; ama pek ala bir Süleyman Çelebi, Eşrefzade Rumi’dir. Yani bu isimler ne kadar şairse, Gülen de o kadar şairdir! Kendisi, bir geleneğin bu post-post modern günlerdeki temsilcilerindendir.

Bu bakımdan onu belki de modern şiirin poetikalarıyla okuyup değerlendirmekle yetinmeyip sufi ve irfan geleneğinden hareketle kendini ifade ettiği şiir diline bakmak gerekir; ki o gelenekte de şair, aslında bir şiir söyleme çabasında değildir, coşkun halini, davasını, dini tecrübelerini şiirle de dile getirmiştir.